Zihinlerde ve gönüllerde sınırların çizilmediği bir ülke ve dünya hayal ediyorsak eğer, “Mantı Festivali” ya da “Çörek Hikâyesi”nin verdiği ilhamla kendimize özerk alanlar yaratarak işe başlayabiliriz.
Bir yemek, iki şehir, iki dil, iki kadın ve iki ayrı hikâye: Çünkü biri ödül sevinci yaşatan, diğeriyse üzüntü ve pişmanlık duygusunun tortusunu, kekremsiliğini bugün bile duyumsatan iki farklı tadı hatırlatıyor “mantı” kelimesi ve etrafındaki her şey bana.
Mantı, yemeğin milliyeti olmadığı gerçeğinin en güzel anlatımlarından biri. Milliyet ve yemek konusunun gündeme geldiği hemen her yerde kullandığım bir cümlem var: “Yemeğin milliyeti olmaz, coğrafyası olur.”
Hapishanede kettle’da Türk kahvesi, börek, tost, içli köfte, patates yemeği-püre, mercimek köftesi, tantuni nasıl yapılıyor? Mine’nin banyo lifinden süzgeci, Mücella’nın kullan-at tencereleri ve çok daha fazlası...
Kökeni ne olursa olsun, mantı evrensel bir yiyecek. Pasifik Üniversitesi Tarih ve Yemek Çalışmaları profesörü Ken Albala, “Nerede buğday varsa, onu haşlayan, yoğuran, incelten, saran, dolduran, kaynatan, kızartan veya fırınlayan insanlar bulursunuz,” diyor.
Bugün bizler eğer İstanbul mutfağından ve İstanbul yemeklerinden söz edebiliyorsak, bunu, uzun süreden beri İstanbul’da yaşayan, önce veya sonra, ne zaman geldiği fark etmeksizin bu ortak kültürü paylaşan insanların, tutucu olmadan, birbirlerinin ne yediklerini görerek, tadarak, duyarak, deneyerek, tariflerini alıp vererek, onları aynı şekilde veya kendi ağız tatlarına göre az çok değiştirerek uygulamaya açık olmasına borçluyuz.
Zamana ve geçip giden hayata karşı, unutturulmaya ve belletilen unutmalara karşı gösterilen bir çabadır hatırlamak. Hafıza mekânları ve müzeler unutmaya, unutturmaya karşı direnirken hatırlamayı kolektif hâle getirerek bir arada yaşam, eşitlik ve barış temelli bir geleceğin inşasına da katkı sağlar.
Bugün yaygın bir şekilde sansüre uğrayan, siyasal ve/veya ekonomik iktidarın “işine gelmeyen”, “çıkarlarına ters düşen” sözler oluyor. Oysa uluslararası belgelerde –ve çok yerinde– ırkçılık propagandası yasak olduğu hâlde ırkçı ifadelerin sansüre uğramasına pek seyrek rastlanıyor: “İfade özgürlüğü” denilen de, hakaret etme serbestliğine dönüşebiliyor.
Shahidul Alam, Bangladeş’teki ağır insan hakları ihlalleri ve kötü muamele uygulamalarını değerlendiriyor: “Bizler, inkâr edilemez bir şekilde korku ikliminde yaşarken sanatçıların, gazetecilerin ve toplumun önde gelen vatandaşlarının rolü her zamankinden daha geçerli oluyor. Yaratıcı araçlarla direniş biçimleri ve ön alıcı eylemler şüphesiz ki bu gibi vatandaşlardan yayılmalıydı. Göze çarpan suskunlukları ve adaletsizlik karşısındaki suç ortaklıklarıysa, geride bariz bir acı tat bırakıyor."
Neredeyse her kültürün, her bölgenin, her ailenin kendi mantısı var; geleneği ağır basan, yerel bir yemek mantı. Hazırlanması, doldurulması, sarılması, pişirilmesi emek isteyen bir yemek. Şipşak yapılabilecek değil, zaman ayrılması gereken bir yemek. Çoğunlukla birkaç kişinin elbirliğiyle yapılan, imece ürünü bir yemek. Bütün bu özellikleriyle mantı benim için dünyanın en yaygın slow food’u!
Yemeklerin, toplulukların ve coğrafyaların iklimini, göçlerini, yaşayış biçimlerini (hatta hayatta kalış biçimlerini), ekonomik koşullarını, yenilikçiliğini ve gelenekçiliğini anlattığına inanıyorum. Her yemek gibi mantı da, Karadeniz coğrafyasında zamanın ve yerin koşullarına göre çeşitleniyor ve bunlara uyum sağlıyor.
Eşitsizlikler araları açarken, sanat dünyası insan hakları, feminizm, adaletsizlikler üzerine düşünmeye ve üretmeye devam ediyor. Oysa görmek en yakınındakinden başlıyor.
Karikatüristler nefes almakta zorlandıkları konularda dolaylı anlatımlara başvurur; göndermeler yaparak, çağrışımlara yol açarak alegoriyi ve soyut çizimleri denerler.