E-BÜLTEN'E KAYIT OL
SAYI 1: DAYANIŞMA | EYLÜL 2022 | FETHİYE ÇETİN | Mantı Festivali’nin düşündürdükleri
KÖŞE YAZISIDİRENİŞ

Mantı Festivali’nin düşündürdükleri

Zihinlerde ve gönüllerde sınırların çizilmediği bir ülke ve dünya hayal ediyorsak eğer, “Mantı Festivali” ya da “Çörek Hikâyesi”nin verdiği ilhamla kendimize özerk alanlar yaratarak işe başlayabiliriz.

Kayseri Mantı Festivali, 2019 Fotoğraf: Hrant Dink Vakfı

Hrant Dink Vakfı’ndan arayıp “Mantı Festivali yapıyoruz!” dediklerinde ben, kuralları, ilkeleri insan hakları rejimince belirlenmiş, ancak uygulaması devletlerin insafına bırakılmış normatif bir dünyanın içinde debelenmekle meşguldüm.

Vakfın Kayseri’de yapmayı planladığı uluslararası akademik konferansla ilgili olarak, önce Kayseri Valiliği, daha sonra Şişli Kaymakamlığı’nca alınan keyfi ve hukuksuz yasaklama kararlarının iptali için idari yargıya başvuru dilekçeleri hazırlıyordum.

Bir yandan da, insan olduğumuz için doğuştan sahip olduğumuzu varsaydığımız hakların, ancak devletlerin onları tanıdığı ve uyguladığı sürece gerçekleşebiliyor olması üzerine düşünüyordum. Bu paradoksun sebep olduğu krizi nasıl aşacaktık?

Vakfın “Mantı Festivali” duyurusu, izleyen herkesi hemen sarıp sarmalayan sevimli bir video eşliğinde sunuluyor; çocuk ve yetişkin atölyelerinde hep birlikte yapılacak mantının yine hep birlikte yeneceği, Kayseri mantısından Çerkez mantısına kadar 36 çeşit mantı hakkında sohbetler edileceği ve bu şekilde çeşitliliğin kutlanacağı duyuruluyordu.

“İşte budur!” diyerek oturduğum masadan fırladığımı hatırlıyorum. “Yasağa ve baskıya karşı koymanın, dayatılana itiraz etmenin aranan yeni yollarından biri bu olabilir, insan hakları krizi işte böylesi eylemlerle aşılabilir.”

Zira baskıcı rejimler, haklarımızı ihlal etmenin yanı sıra, yeni ve yaratıcı itiraz biçimlerini tahayyül etme kapasitemizi de elimizden alıyorlar. Buna bağlı olarak pek çoğumuz, birlikte üreterek, birlikte eyleyerek dayanışmayı güçlendirmek ve baskıya meydan okumak yerine, ne pahasına olursa olsun bulunduğumuz noktadan geri adım atmamaya odaklanıyor, o noktada sabitlenip kalıyoruz. Geri adım atmamak elbette önemli, ama ileri adım atabilmek için krizi aşabilecek yöntemler geliştirebilmek sanırım daha da önemli.

Bir sofranın etrafında

İçim içime sığmıyordu. Son zamanlarda nadiren yaşadığım bir sevinç kaplamıştı benliğimi.  

Mantı üzerinden geçmişi, çokkültürlülüğü konuşulabilir, görünmeyeni görünür, tanınmayanı tanınır kılmak ancak bir kadının sınır tanımayan zihninin ürünü olabilirdi ki yanılmamıştım, Delal’in (Dink) fikriydi bu. Bu “festival”in örtük mesajı şuydu: Benim, devletin tanımasından ve uygulamasından bağımsız olarak haklarım vardır ve ben bu “haklara sahip olma hakkımı kullanıyorum.” Böylelikle, devletin “bahşettiği” kuralın adaleti sorgulanıyor, yasağa meydan okunuyordu.

Duyurusu son anda yapılmasına rağmen Mantı Festivali’ne çeşitli çevrelerden çok sayıda yetişkin ve çocuk, 500'ün üzerinde kişi katıldı. O gün orada mantı üzerinden inşa edilen diyalog, dayatılan kimliklerdeki ve aramıza çekilen yapay sınırlardaki çatlakları genişleterek yeni ve sağlam dostluklar kurmamıza olanak sağladı.

O gün kendimize, Vakıf binasının bütün katlarını kapsayan özerk bir alan açtık ve bu alanı, kendi kararlarımızın ve direnişimizin mekânı kıldık; bir sofranın etrafında hem ürettik, hem paylaştık, hem söyleştik.

Yüksek sesle söyledik şarkılarımızı, seslerimizin gücüyle doldu kulaklarımız, birlikte söylediğimizde ve birlikte eylediğimizde ne kadar güçlü olduğumuzu fark ettik. Umutla doldu içimiz.

Mantının lezzetinin, kokusunun ve tadının çağrıştırdıkları, her birimizi geçmişe doğru bir yolculuğa çıkardı; ninelerimizin hikâyelerini hatırladık, birbirimizle paylaştık. Bize empoze edilen hatırlama ve unutma biçimlerini sorgulamanın, yalanları buruşturup çöpe atmanın gönenciyle döndük evlerimize.  

Festivalde yaşadıklarım beni anneannemin çörek hikâyesine, çocukluğumun “şeriye (şehriye) kesme” ve “bulgur ayıklama” imecelerine götürdü.

Kayseri Mantı Festivali, 2019 || Fotoğraflar: Hrant Dink Vakfı

Hayatta kalmanın bedeli

Okuyanlar hatırlayacaktır çörek hikâyesini, Anneannem[1] kitabında anlatmıştım. Bilmeyenler ya da unutanlar için yeniden anlatayım.

Anneannem acılarla dolu hikâyesini bana anlatıncaya kadar 1915’te olup bitenler hakkında bilgi sahibi değildim. Ermeni “Heranuş” olarak başladığı hayat yolculuğuna, dokuz yaşından sonra Müslüman “Seher” olarak devam edişinin yürek burkan hikâyesiydi öğrendiklerim.

Heranuş, henüz dokuz yaşındayken çıkarıldığı ölüm yolculuğu sırasında, Müslüman bir onbaşı tarafından annesinden zorla alınmış ve bu sayede hayatta kalmıştı. Ancak hayatta kalmasının bedelini, annesinden, bildiği ve güvendiği dünyadan koparılmakla, ailesini, sevdiklerini yok edenlerin ya da bu vahşete seyirci kalanların arasına atılmakla, dilini, dinini, ismini, sesini kaybetmekle ödemişti. Anneannem bu “hayatta kalma” hâlinin tek örneği değildi; Heranuş’lar her yerdeydi. Soykırımın hayatta kalan artıklarıydı onlar.

Kabul etmek gerekir ki, anneannemle aynı kaderi paylaşan on binlerce, belki yüz binlerce çocuk ve kadın, 1915’te yaşadıkları vahşetin, tanık oldukları felaketler zincirinin yaralarını ölene kadar üzerlerinde taşıdılar, büyük bir korkuyla yaşadılar. Bizim asla bilemeyeceğimiz kim bilir neler oldu hayatlarında… Hiç kuşkusuz derin duygusal yaralar aldılar. Sanırım çoğunluğu, yaralarını sağaltma imkânı olmadan, birer birer ayrıldı bu dünyadan. Ancak fısıltıyla da olsa, bu dünyadan göçmeden önce hafızayı ve hakikati sonraki nesillere taşıdılar.

Fethiye Çetin, Anneannem, İstanbul: Metis Yayınları, 2016.

Mahlepli çörekle direnmek

Yolum Kadıköy Çarşısı’na düşmüşse ve bir acelem yoksa Hasan’ın kitapçı dükkânına uğramadan edemem. Onun çocukluğu da Maden’de[2] geçmiş.

Aile büyüklerimiz tanışır, görüşürlermiş. Biz Hasan’la İstanbul’da tanıştık, kısa sürede dost olduk. Anneannemin ölümünden sonra, bir gün yine Hasan’ın dükkânına uğradım. O, her zaman yaptığı gibi bana bir sade kahve söyledi, sonrasında her zaman olduğu gibi koyu bir sohbete daldık.

Bir süre sonra şunları söyledi: “Biliyor musun? Ben çocukken nenemle birlikte sizin eve gelmiştik; anneannen mahlepli çörek yapmıştı. Sizde bir süre oturup anneannenin çöreğini yedikten sonra, aynı gün başka evleri de ziyaret etmiştik. O gün dikkatimi çeken şey, gittiğimiz bütün evlerde aynı çörekten ikram edilmiş olmasıydı. Diğer evlerdeki çörekler de sizde yediklerimiz gibi mahlepli, üstü yumurtalı ve çöreotluydu (çörek otu). Ben farklı ikramlar beklerken aynı çöreğin çıkarılmasıyla hayal kırıklığına uğrasam da, nenem gittiğimiz tüm evlerde ikram edilen çörekleri yedi, çayı içti. Yıllar sonra, ziyaret ettiğimiz bu evlerdeki ortak bir özellik dikkatimi çekti. Ziyaretlerine gittiğimiz Şaşo İbrahim’in karısı Seher Teyze Ermeni’ydi, Tadımlı Teyze ise, anneannen gibi sonradan Müslümanlaştırılmıştı.”

Şaşırmıştım. Hasan’a bu ziyaretin zamanını sordum. Tam olarak hatırlamıyordu; ancak olayı çok iyi hatırlıyordu ve çöreklerle ziyaret edilenler arasındaki bağı yıllar sonra kurabilmişti.

Ben de hatırlıyordum; anneannem, severek yediğimiz mahlepli çöreği bazı günlerde yapar, konuklarına da ikram ederdi. Ama doğrusu ben, o günlerde, bu çöreğin ortak bir kaderi paylaşmış kadınların yaşadığı tüm evlerde aynı şekilde yapılıp ikram edildiğini bilmiyordum.

Biraz düşününce aklıma Elazığ’daki Ermeni komşularımız geldi. Aznif Hanım, Yıldız Hanım, Paskalya yortusunda aynı çörekten yapıp gelenlere ikram ederdi. Bizim yörenin Paskalya çöreğiydi mahlepli çörek.

Bildiklerimizi, hatırladıklarımızı birleştirdiğimizde fark ettiklerimiz ikimizi de duygulandırmış, gözlerimizi yaşartmıştı. Bu kadınlar, çocuklarından, torunlarından saklasalar da kendi   aralarında sessizce bir geleneği yaşatıyorlar, kutsal günleri unutmuyorlar, komşularını ziyaret ediyor ve Paskalya’yı kutluyorlardı.

Paskalya çöreğini de kendilerine özgü başka bir konuşma biçimine dönüştürüyor, gözleriyle anlaşıyor, kurdukları güçlü arkadaşlıklarla kendilerine dayatılan düşünme ve hatırlama biçimlerine meydan okuyorlardı. Öte yandan yaşadıkları onca felaketin ardından çok çeşitli hayatta kalma stratejileri geliştiren bu kadınlar, kendilerine açtıkları özel alanları çörek üzerinden birer direniş sahasına dönüştürüyorlardı.

Belki de evlerde ve parçası oldukları toplumda yaşadıkları eşitsiz güç ilişkilerine böylece meydan okuyorlardı. 

Kadınlar bir araya gelince

Kadınlar, kendi aralarında kurdukları kolektif dayanışma alanlarıyla, sadece hafıza ve gelenekleri aktarmakla kalmıyor, aynı zamanda kendilerine empoze edilen ayrımcılık ve düşmanlıklara da meydan okuyorlardı. Kışlık yiyeceklerin hazırlanması sırasında şehriye kesme ve kışlık bulgur ayıklama işleri bu işlerdendi ve imece usulüyle her gün bir evde buluşularak yapılırdı.

Evin en büyük odasının zeminine büyük ve temiz örtüler serilir; gelen herkes, etnik kimliği, dini inancı, siyasi görüşü ne olursa olsun bu örtünün etrafında yere oturur; o günün şehriye kesme işi hep birlikte yapılır; evsahibi tarafından pişirilen yemekler de hep birlikte yenirdi. Bütün bu sürece anılar, hikâyeler, fıkralar ve türküler eşlik ederdi. Örtünün etrafında herkes eşitti. Böylece kadınlar, iç içe geçerek üretmenin ve birlikte yaratmanın verdiği güçle, ayrımcılığa ve tek tipleştirilmeye karşı çıkar, hikâyelerini yeni baştan yazarlardı.

Çatlaklardan sızan ışık

O günlerden bu yana birbirimizden gitgide uzaklaştık, birbirimize şüpheyle yaklaşmaya ve bunun doğal sonucu olarak da giderek yalnızlaşmaya başladık. Tahakküm rejimlerinin tam da istediği gibi, artık yan yana gelemiyor, boğazımıza geçirilmek istenen ipe sırayla boynumuzu uzatıyoruz ya da gücümüz yetmiyor, yeniliyoruz.

Biliyoruz ve her gün yeniden deneyimliyoruz ki, baskıcı sistemlerin korkulu rüyası, gözden çıkarılanların, hayatları değersizleştirilenlerin bir gün kendi saflarından çıkarak bir araya gelmesi ve birlikte hareket etmesidir.

Zihinlerde ve gönüllerde sınırların çizilmediği bir ülke ve dünya hayal ediyorsak eğer, “Mantı Festivali” ya da “Çörek Hikâyesi”nin verdiği ilhamla kendimize özerk alanlar yaratmakla işe başlayabiliriz. 

Yarattığımız alanlar, unutturulmuş olanı hatırlamamız ve ortak bir gelecek hayal edebilmemiz için yeni bir başlangıç ânına şahitlik edebilir. 

İnsanlığın binlerce yıl öncesinde dahi işaret ettiği gibi, hatırlamak adalettir, unutmak ise adaletsizlik.

Hem hatırlarken şimdiki zamana da önemli bir çizik atarız; her çizik gibi bu da acıtır, ama unutmayalım ki ışık da oradan sızar.[3]

 
  1. Fethiye Çetin, Anneannem, 12. baskı (İstanbul: Metis Yayınları, 2016).
  2. Elazığ’ın bir ilçesi.
  3. Leonard Cohen’in 1992 tarihli The Future [Gelecek] albümünde yer alan Anthem’in [Marş] sözlerinden esinle: “There is a crack, a crack in everything/That’s how the light gets in.” [Bir çatlak, her şeyin içinde bir çatlak vardır ve ışık oradan sızar.]